22.03.2009

TOKYO!


TOKYO! Dünyanın en kalabalık şehrini konu alan film. Film üç ayrı filmden oluşuyor ve üç filmin yönetmeni de Japonya asıllı değil. Buna rağmen film Lost in Translation gibi Japonya'yı yabancı gözüyle görmeye çalışan bir film izlenimi taşımıyor. Her üç filmi ayrı ayrı değerlendirmeden önce, TOKYO! adı altında toplanmasını neyi ifade ettiğini düşündüm. Üç film de biraraya geldiğinde bir anlam bütünlüğü ifade etmeyen birbirinden bağımsız yapıtlar. Ancak ortak özellikleri de yok değil. İlk ortak özellik üç filmin de Tokyo'da geçiyor olması tabii ki. Bununla birlikte Tokyo'nun günlük yaşamı, şehrin, şehir insanlarının ve bu insanların oluşturduğu şehir toplumunun sorunları ele alınmış. Durum böyle olunca tabii realistik ve gündelik yaşamı anlatan hikayeler var senaryolarda. Ancak hikayelerin sonuna doğru sürrealizme kayılması ve mecazi motifler eklenmesi her üç filmin dikkat çeken ortak özelliklerinden biri. Şimdi ayrı ayrı filmlerimize bakalım:

1. İç Dizayn (Interior Design)

Amerikalı yönetmen Michel Gondry'nin filmi İç Dizayn, farklı bir şehirden Tokyo'ya gelerek iş arayan Hiroko ve Akira isimli çiftin hikayesini ele alıyor. Akira (bundan sonra Akif) kendi çapında yönetmenlik yapan ve ucuz filmlere imza atan bir insandır ve Tokyo'da fırsatlar yakalayarak işlerini büyütmek istemektedir. Akif'in kız arkadaşı Hiroko (Hilal) ise hayata dair hırsı ve isteği olmayan, sıradan bir insan olarak gündelik yaşamaktan başka bir şey yapmak istemeyen bir kızdır. Tokyo'ya ilk geldiklerinde lise arkadaşlarının evinde kalmaya başlarlar. Sorunlar da burada başlar. Çünkü Tokyo'daki bir çok dairede olduğu gibi lise arkadaşları Akemi'nin de dairesi de 30 metrekareden büyük değildir. Akemi başımın üstünde yeriniz var demekte iken günler geçmesine rağmen Akif ve Hilal'in kendilerine uygun bir daire bulamamasından ötürü canı sıkılmaya başlamıştır. Çünkü ikili evinin yarısını işgal ettiği gibi, yemeklerine ve özel eşyalarına da ortakçı olmaktadırlar. Akif ve Hilal ise Akemi'ye yük olduklarının farkında olmalarına rağmen ne bir iş, ne de bir daire bulabilmişlerdir.

Filmin başrol oyuncusu Hilal'dir aslında. Hilal'in iş bulmaya ve çalışmaya niyeti olmamasına rağmen, şehrin kuralları Hilal'i iş bulmaya zorlamaktadır. Hilal uzun süre iş aramasına rağmen bulamayınca, kendisini değersiz bir eşyadan farksız gibi hissetmeye başlar. Ve birgün yavaş yavaş ahşap bir sandalyeye dönüşür. Kendini sokağın ortasında bulduktan sonra, bir kaç kez el değiştirerek bir müzisyenin evinde bulur kendini. Hilal kendini neyin mutlu ettiğini artık bulmuştur. Bir evde sıradan bir eşya olarak yaşamak Hilal'in aradığı yaşam tarzıdır. Şehir yaşamının kuralları ona artık işlememektedir.

İç dizayn, bir çok şehirde yaşanan "hayat kazanma yarışı"nın Tokyo versiyonunu farklı bir açıdan ele almış. İnsanların şehri değil, şehrin insanları şekillendiriyor olması filmin vermek istediği mesajlardan biri. Ve aslında şehir denen insan topluluğunun bireyi, yani kendisini ne kadar değersiz gördüğünü vurguluyor. Elli metrekarelik evlerden sabah güneş doğmadan çıkıp yapabileceğinin en iyisi sergileyen ve güneş battıktan sonra geri dönen milyonlarca insan. Bu kurala uymak istemeyenleri ise dışlayan ve değer vermeyen bir toplum gözler önüne seriliyor.

Bu kurala uymayan şey cansız bir varlık olmalıdır ve Hilal de kuralları çiğnemek için sandalyeye dönüşmüştür. Para kazanma hırsından uzak, evde televizyon izleyerek, duvarlara dergilerden kestiği resimleri yapıştırarak bir hayata yelken açar.

Bu arada yönetmenin Sil Baştan (Eternal Sunshine of a Spotless Mind) filminin yönetmeni olduğu bilgisini de verelim.

2. Merde

Yönetmenliğini Fransız Leso Carax'ın yaptığı Merde, Fransızca'da "bok" anlamına geliyor. Filme ismini veren Merde ise, Tokyo kanalizasyonlarında yaşayan, arada bir kanalizasyon kapaklarından dışarı çıkarak insanlara korku salan gizemli adamın ismi. Korkutucu ve tiksindirici bir görünüme, garip bir yürüyüşe sahip Merde, gündeme ilk olarak insanları iteleme, ellerindeki sigaraları alıp içme, çiçekleri yeme gibi garip saldırıları yaptıktan sonra geliyor. Bu ufak saldırıları yapıp tekrar kanalizasyonlara kaçan Merde, birgün kanalizayonda bulduğu ikinci dünya savaşından kalma bir düzine el bombası bulur. Tekrar dışarı çıkarak, bu sefer ufak tacizlerin ötesinde, elindeki bombalarla büyük bir kıyım gerçekleştirir. Merde polisler tarafından yakalanarak yargılanacaktır. Ancak kimse onun konuştuğu dili anlamamaktadır. Fransa'da yaşayan bir avukat, Merde'yle iletişim kurabileceğini söyler ve öyle de olur. Garip bir dil ile iletişime geçen avukat Merde'nin yargılanma sürecinde avukatlığını yapar, ancak Merde'nin ölüm cezasına çarptırılarak idam edilmesine engel olamaz.

Merde'nin geçmişi ve nereden geldiği bilinmiyor. Tek bilinen görünümünden anlaşıldığı kadarıyla Japon olmadığı. Bu nedenle Merde Japonya'ya iltica eden bir göçmeni temsil ediyor. Japonlar aslında kendilerinden olmayanı pek sevmezler. Xenophobia denen bu fenomenin önde gelen örneklerinden biridir bu millet. Çünkü Japonlar hakikaten hem görünüm hem de yaşantı olarak farklı insanlar, ve onların arasına karışıp onlar gibi olmak çok zor. Japon milletine en yakın olan Kore milleti bile Japonya'da çeşitli sorunlar yaşıyor.

Merde spesifik olarak bir milleti temsil etmiyor, japon olmayanları simgeliyor filmde. Kendine ait bir dili ve dini var. Garip yaşantısı belki de mensubu olduğu bu dinin getirisi. Bu nedenle lağımlar onun evi olmuş. Japon imparatorunun sembolü olan kasımpatı çiçeği ve kağıt para yiyerek besleniyor. Japonlardan nefret ediyor, sebebinin ise çok uzun yaşamaları ve küçük gözlere sahip olmaları olduğunu söylüyor. Aslında Merde'nin nefretinin nedeni bunlar değil, Merde'nin nefretinin sebebi japonların japon olmayanlara olan nefreti.

Bu noktada Amerika'da yaşanan 11 Eylül saldırılarına da bir gönderme yapılmış. Doğu insanın Batı'dan nefret etmesinin sebebi aslında Batı'nın Doğu'yu hep dışlaması ve küçük görmesi değil midir denilmiş sanırım. Yanılıyor da olabilirim.

Gönderme demişken, bu noktadan yola çıkarak japon popüler kültürüne bir çok eleştiri de gönderilmiş filmde. Rutin hayattan farklı olarak gelişen bir olaya basının yaklaşımı, cep telefonu görüntülerinin flaş haber yapılması, insanların olaya tepkisi, Merde fan kulüplerin kurulması, Merde biblolarının satışa çıkarılması derken japon pop kültürü iyiden bir nasibini almış yönetmenden.

Toplumun Merde'ye olan nefretine geri dönecek olursak, olayın altında İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonların diğer milletlere yaptıkları akla geliyor. Zaten Merde'nin kanalizasyonda savaştan kalma teçhizatlar bulması onun savaş sırasında esir alınarak bir şekilde yeraltında yaşayarak bugüne kadar gelmesi tahmini yapılmasına neden oluyor. Merde'nin mültecileri temsil ettiğini söyledik ama, bu göçmenlerin içinde Japonların İkinci Dünya Savaşı'nda katliama maruz bıraktığı milletler yoğunlukta. Merde'nin mahkemede annesinin başından geçenleri anlatması, Japonların Nanking katliamını akla getirmiyor değil.

Filmin sonunu anlamayan ve Merde'nin nereye kaybolduğunu merak edenler olabilir. Merde'nin kendine ait bir dininin olduğunu hesaba katarak yorumlamak kafalardaki soru işaretlerine cevap getirecektir.

3. Tokyo'yu Sallamak (Shaking Tokyo)

Serinin son filmi Shaking Tokyo, (Sallanan Tokyo'dan ziyade Tokyo'yu Sallamak çevirisi daha uygun bence) hiper megakent Tokyo'nun yarattığı bir insan prototipini ele alıyor: hikikomori. Hikikomori, baba parasıyla geçinen işe yaramaz insanlara verilen ad. Japonya'da çok çeşitli asosyal tipleri var; otaku, himono-onna gibi. Hikikomori de bunlardan biri. Filmde ele alınan hikikomori, bir evde yalnız yaşayan ve babasının her ay gönderdiği parayla geçinen bir tip. Filmde adı geçmiyor. 11 senedir rutin bir hayat yaşıyor. Dışarı çıkmayı, gün ışığını sevmiyor, konuşurken insanların yüzüne bakamıyor. Konuştuğu insan dediysek, postacı ve pizzacı gibi insanlar sadece. Bu rutin hayatı bir gün eve her cumartesi sipariş ettiği pizzayı getiren pizzacı kızın yüzüne bakma cesareti göstermesi ile değişiyor. Kızın yüzüne bakarken Japonya'da gündelik hayatın bir parçası haline gelen bir deprem gerçekleşiyor. O an kız olduğu yere düşüp bayılıyor. Hikikomori ilk defa karşılaştığı bu olay karşısında ne yapacağını şaşırıyor. Ne yapacağını düşünür halde kızın yüzüne bakarken yavaş yavaş aşık olduğunu farkediyor..

Hikikomori, içine kapanık japon toplumunun büyüyen tümörlerinden biri. Filmde kurgu gibi görünse de, bu insanların sayısı azımsanmayacak derecede fazla. Yönetmen Joon Bo-Hong (ki kendisi Gwoemul - Canavar filmiyle ünlüdür), filmde bu insanları titreterek kendine gelmelerini sağlamak istemiş. Bu nedenle Shaking Tokyo ismi ve hikikomori'nin bu hayata son verecek adımını bir depremle atması oldukça manidar. Hikokomori'nin içinde bulunduğu hayattan kurtulmak için verdiği mücadele ilginç. Filmde vurgulanmak istenen konulardan biri de eğer bütün toplum hikokomori olsayı şehir nasıl olurdu idi. Japon milletinin filmden ibret almasını, titreyerek kendilerine gelmelerini diliyorum.


Son olarak, pizzacı kızı son zamanlarda yıldızı giderek parlayan Yu Aoi canlandırıyordu. Hayatım boyunca sanırım sadece filmlerde göreceğim Yu Aoi'ye bir hikokomori'nin aşık olması ve mutlu sona ulaşması açıkçası beni oldukça kıskandırdı. Hikikomori'yi canlandıran Teriyuki Kagawa da yabana atılacak bir aktör değil ama olsun. Yu Aoi ile tanışmak için hikikomori olmaya bile razıydım ben halbuki :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder